1 Yılık Önsöz



Uzun zamandır blog yazılarıma ara vermiştim.Neden ara verdiğimi bende bilmiyorum açıkçası ama tekrar düzenli blog yazılarımı yazmaya devam edeceğim bu sefer kararım kesin.:)

Hemen hemen 1 yıl oldu blog yazmayalı.Bu süre zarfında baya olay gerçekleşti. Öncellikle saçma sapan bir ilişkiye başladım. Çok büyük hayallerim vardı ama içine sıçtı gitti :) Şimdi son bir kez ayrıldık.


Bu yazının devamı gelecek.

Devam edecek dedim ama pek devam etmeyi düşünmüyorum çünkü devam edecek bir bok yok :)

25 Ekim 2015 Pazar Devamını Oku Turkgenc 0 Yorum yapıldı!

Hayatınızda kayda değer bir şey var mı?

Sinek ilacı sıkan aracın peşinden beraber koştuğum çocukların hepsi makam mevki sahibi oldu. Canına yandığım ilacı bir bana mı dokundun?

_____________________________________

Gece yarısını oldukça geçmiş bir saatte arkadaştan çıkıp evime doğru yol almıştım. Evin bulunduğu mahallenin girişinde sivil bir polis ekibi beni durdurdu. Bir görevli üstümü aradıktan sonra sırtımdaki çantayı açmamı istedi. Çantanın içinde derslerimde kullandığım iki defter vardı..
Yıllar boyunca satır, satır okuduğum kitaplarda altını çizdiğim cümleleri geceler gündüzler boyunca yazdığım iki defterdi bunlar…
Görevli polis defterlerde yazılı olanları karanlıkta göremediği için arabanın farına tutarak hızla ama dikkatli bir şekilde taradı. işi bitince arabanın içinde oturan ve amiri olduğu anlaşılan kişiye dönerek o gece ve sonraki günlerde aklımdan hiç çıkmayacak olan şu cümleyi söyledi:
“burada kayda değer bir şey yok amirim..” sonra bana dönüp defterleri verdi ve teşekkür etti… O gece yol boyunca ve sonraki günlerde bu cümle sık sık aklıma geldi…

“burada kayda değer bir şey yok…”


halbuki ben o defterlerde yer alan cümleleri okuduğum kitapları cebimdeki beş kuruşun hesabını yaptığım öğrencilik yıllarımda almış, satır, satır okumuş ve sonra onları göz nuru bir nakış işler gibi bu deftere yazmıştım.. Benim yaşamadıklarımı ve düşünemediklerimi ve yazamadıklarımı benim yerime yaşayan düşünen ve yazan insanların kelimeleriydi onlar…

Birileri çok zaman günler ve geceler boyu sürecek yokluklara yoksulluklara acılara hapislere sürgünlere katlanarak yaşıyor ve yaşamayanların yerine yazıyordu…
Bazıları bu satırlarla hayatlarını ve ölümlerini kayda değer kılarken ve yazdıklarıyla dünyaya hayatlarının kayıtlarını düşerken kimileri için bütün bu kayıtlar hiçbir şey ifade etmiyordu…


Hayatını bir kitabın satırlarına hediye ederek ölenleri biliyordu bu yaşlı dünya…

Bazılarının ömrünü verdiği şey, bazılarının hiçbir şeyidir…
Bir insan için çok şey demek olan bir şey, diğer bir insan için hiçbir şey ifade etmeyebilir…

Bir insanın uğrunda ömür tükettiği bir şey, bir başkasının ömrünün saniyesinde bile yer almayabilir…

Peki, sizin hayatınızda kayda değer bir şey var mı?






12 Kasım 2013 Salı Devamını Oku Turkgenc 0 Yorum yapıldı!

Cinnet Geçirten mesele #3

Tipim, kelimenin tam anlamıyla başıma bela olmaya devam ediyordu. Yaşadığım sıkıntılara bir son vermek için bugün nüfus idaresine gitmeye karar verdim. Sonra gittim. Ama önce dişçiye gittim. Dişçi ağzıma çaktı. Çok acıttı lan. Amına koyim ben o dişçinin :/ Alt çenem anestezili bir vaziyette nüfus idaresine girdim. Sırada bi milyon kişi var. İşim hallolmayacak sa beklemeyeyim diye insan kılığında birine danıştım ben önce. Sıranızı bekleyin dedi. Kaynak yapmıyoruz ki birader, bir şey danışıyoruz dedim. Tıslayarak söylüyorum tabi bunu, çenem uyuşuk olduğu için :/ Olsun sıranızı bekleyin dedi. Kendisi bence orada orospu çocuğu olarak çalışıyor, bilemiyorum. Ama ben uslu bir adam oldum ve sıramı bekledim. Sıram geldiğinde çoktan canımdan bezmiştim.

Memure, kimlikteki fotoğrafıma baktı, bana baktı, sonra yine fotoğrafıma filan… Son zamanlarda alışık olduğum şey. Başka bir kimlik alabilir miyim dedi. Ya alamazsın nasıl alacaksın, ehliyetim daha çıkmamış, bu nüfus kağıdıyla da pasaport vermiyorlar dedim. Zaten bu sebeple geldim dedim. Akbil olmaz mı dedim. Olmaz dedi. Ben yine de şansımı denemek istiyorum, cüzdandan akbili çıkarmaya çalışıyorum ama akbildeki fotoğraf hepten bambaşka zaten. Hiç çıkarmadan yerine soktum, neme lazım. Önce tatlı tatlı konuştum. Yani uyuşuk çeneyle ne kadar tatlı olacaksa işte. Bakın dedim, ben zaten bu kimlikle ilgili sorun yaşıyorum dedim, sorun yaşamasam niye size geleyim ki di mi dedim, manyak mıyım ben ayol dedim, hayır yani canım sıkıldı ne yapsam ne yapsam diye düşünüp kimlik yenilemeye gelmiş olamam di mi dedim. Böyle böyle uzattım konuşmayı. Ağzımın kenarından tükürükler akana kadar konuştum. Amacım gevezelikle kafalarını bulandırmak ve yeter ki susayım diye kimliğimi verip beni sepetlemelerini sağlamaktı. Ancak karşı taraf kolay kolay pes edeceğe benzemiyordu ve lanetler gelsin ki tüm kozlar onların elindeydi.

Şıllık, ben konuşurken nüfus kağıdımı ve yanı sıra sinirlerimi iyiden iyiye hırpaladı. Çenem zaten hırpalanıktı. Aşılmayacağı besbelli aksilikler yüzünden kafam löpçük gibi oldu böyle. Neymiş, fotoğraftaki halime hiç benzemiyor muşum. Bu nüfus kağıdının sahibinin ben olduğumu hiç sanmıyormuş zart zurt. Söyledikleri uğultu gibi gelmeye başladı. O ara gözüm karardı ve tabi yanımda beni kolumdan çekeleyecek kardeşim de olmadığı için… :/

Arkamda bir enkaz bıraktığıma emin olduktan sonra hışımla çıktım. Susamıştım. Su aldım. Kafaya dikiyorum ama çene hakimiyetimi kaybetmemden mütevellit sağ alttan aşağı akıyor sular. İçiş kontrolüm sıfır :/ Şişe kafamda dikiliyken ve sular süzülürken ulan acaba harbiden ben kendim değil miyim diye bir düşünce patladı kafamda. Sonra hikaye biraz çetrefillendi tabi.

Devletin bütün resmi kurumları benim ben olmadığıma bu kadar emin olduğuna göre kesin haklıydılar. Koskoca devletten daha mı iyi bilecektim canım. Belli ki kendimi öldürüp yerine geçmiştim. Acaba nasıl öldürmüştüm kendimi? Bıçaklamış olabilir miydim? Ay yazık bana yaa :( Yok ya bıçaklasam kesin bilirdim, her yer kan olurdu filan. Vurmuş da olamazdım çünkü silahım yoktu ve zaten o da kanlı bir çözüm olurdu. Ay acaba zehirlemiş miydim kendimi? Evet evet, kesin zehirlemişimdir. Pratik bir cinayet işlemişim lan, aferin bana. Cesedi n’apmışımdır acaba? Bence onu da sonra düşünürüm deyip olduğu yerde bırakmışımdır, tembelim zaar. Cesedim evimdedir yani, panik yapmayın. Sonra işte cüzdanımı telefonumu filan çalıp vurmuşumdur kendimi sokaklara…

Elimde bir türlü uygun yeri denk getirip içemediğim suyun şişesi, aklımda kendi kendini öldürüp yerine geçen bir dublör katilin hikayesiyle aşırı miktarda yürüdüm. Hiçbir ülkenin vatandaşı olmamanın mümkün olduğu bir dünyanın tatlı hayaliyle biraz sakinleşmiş olsam da aşırı miktarda yürümesem eyiydi. Bacaklar pert :/

Öbüyorum mıncırıklarınızı. Laaaaağğğn!!

18 Ağustos 2013 Pazar Devamını Oku Turkgenc 3 Yorum yapıldı!

Cinnet Geçirten mesele #2

Saçlarımı kestirdiğinden beri başıma gelen saçmalıkların haddi hesabı yoktu. O günden bu yana kimlik belgesiyle çözmem gereken her işte cinnet göstergem tavan yapıyordu. Zira kimliğimde ki fotoğrafıma pek benzediğim söylenemezdi. Resmi makamlardaki muhataplarımı, kendimin kendim olduğuna ikna etmek için türlü çeşit taklalar atmam gerekiyordu. Ancak doğuştan suçlu biri olduğuma dair sarsılmaz inancım ve dolayısıyla yaşadığım gerilim yüzünden başarılı olmam her zaman mümkün olmuyordu.



Mesela geçenlerde atalardan dedelerden kalma arazinin devir teslim töreni için bütün sülale toplanmıştık. Ama zor bir toplaşmadan bahsediyorum. Bu iş için tee ebesinin amından gelen akrabalarım vardı yani. Neyse, tapu dairesinde birtakım aksilikler oldu ve iş ertesi güne kaldı. Aslında bu bile benim oralarda hadise çıkarmam için yeterliydi ancak büyük bir gayretle sükûnetimi korudum dostlarım. Valla korudum. Epey korudum yani. Kardeşim beni kolumdan çekip çıkarmasa daha da korurdum bence :/


Ertesi gün o toplaşmaya dahil olmam söz konusu bile olmadığı için kardeşe vekalet vereyim dedim ben. Yani ben demedim de daha aklıselim biri dedi. Bu arada noterin kapanmasına sayılı dakikalar kalmış. Biz her türlü trafik kuralını ihlal ederek notere yetiştik. Vekaleti vericem ve bir daha bahsi geçen akrabalarımla herhangi bir cenazeye kadar görüşmicem, planım bu. Noterde bir tane orospu vardı. İçeri girerken kendisinin orospu olduğunu henüz bilmiyordum tabi, gündemim farklıydı. Zira bir A4 kağıdı için eşşek hayvanı kadar para istediklerini öğrenmiştim ve sinirim bu noktada yoğunlaşmıştı. Bahsi geçen orospu nüfus kağıdıma baktı, sonra bana baktı, sonra tekrar nüfus kağıdıma derken gayet normal bir şekilde soğuk damgamın uygun olmadığını ve nüfus kağıdımı değiştirmem gerektiğini söyledi. Ben idrak edemedim tabi başta. Hangi vezneden hallediliyor filan diyorum. Kadın nüfus idaresinden demesin mi? Ne yani bugün hallolmayacak mı bu iş? Olmazmış. O kimlikle bana herhangi bir belge vermesi katiyen mümkün değilmiş. Zaten kimliğimdeki kişiye de hiç benzemiyormuşum. Bunu bi de böyle kinayeli kinayeli söylüyor. Benim kafadan alarm sesleri duyulmaya başladı. “Bana baksana sen, ben o soğuk damgayı alır senin…” Derken kardeşim beni kolumdan çekip çıkardı ve başka bir notere gittik.


O noterdeki memureler orospu değildi ama bence istidatları vardı. Çünkü onlara da fotoğraf beğendiremedim. Yenisini çektir gel dediler. Ya ben hangi arada yeni fotoğraf çektireyim diye çemkirmeye başlamıştım ki kardeşim beni kolumdan çekip çıkardı ve fotoğrafçıya gittik.


Fotoğrafçı, bilgisayarda batak oynamakla meşguldü ve haline bakılırsa beni fotoğraflamaya hiç niyeti yoktu. “Dikkatinizi çekmek için soyunsam mı nabayım” derken kardeşim kolumu cimcikledi. Adam bir zahmet kalkıp çekti fotoğrafımı işte. En şipşakından istedik ama bu, işimizin acil olduğunu anlatmaya yetmemiş olacak ki adam batak oynamaya geri döndü. Fotoğrafların arka taraftaki makineden çıktığını gördüm ama bizim kumarbaz, bilgisayarın başından kalkmıyor, fotoğraflarımı vermiyordu. Noter kapandı kapanacak. Sinirlenmekten yorgun düştüğüm için ağzımı açacak halim de kalmamış. Gözümü karartıp makine ve adamla aramızdaki kapıyı açtım ve fotoğraflarıma doğru çevik bir hareket yaptım ki kardeşim beni kolumdan tuttuğu gibi… :/


Bütün gün yaşadığım asabiyetli meseleler yüzünden yüzüm kireç gibi çıkmıştı. Tıpkı at hırsızlarına benziyordum. Arkada birkaç çizgi filan olsa direkto mahpus fotoğrafı gibiydi yani. Ama mühim değildi. Vekaletime kavuşmuştum. O vekalet sayesinde bütün sikko bürokratik işleri kardeşime kasıp ilk otobüsle evime kaçtım. Ama sizin de tahmin edeceğiniz gibi, hikaye burada bitmedi dostlarım.


17 Ağustos 2013 Cumartesi Devamını Oku Turkgenc 0 Yorum yapıldı!

Cinnet Geçirten Mesele #1

Bir gün bir cinayet işleyeceksem bunun yağmurlu bir havada gerçekleşeceğine emindim artık. Önümüzdeki 3 yıl boyunca, yanımda kuraklıktan bahsetmeye kalkanların ağzının tam ortasına bi tane geçirecek kadar çok rutubetli anıya sahiptim. Üstelik ihmalkârdım. İhmalkârlığımın konuyla ilgisi ise hala açtırmadığım doğalgaz aboneliğiydi. Doğalgaza, abonesi olacak derecede fanatik duygular beslemiyordum. Ancak sürekli beni takip ederek her akşam evime gelen donmuş götüm benimle aynı fikirde değildi ve karnıma gönderdiği sinyallere bakılacak olursa, tuvalette sürrealist çalışmalara imza atmam an meselesiydi.


İgdaş’a gidip bu meseleyi halletmek üzere işten erken çıktım ve iç organlarıma kadar ıslandıktan sonra bir taksi buldum. Hedefi söylediğimde şoförün suratı asıldı. Belli ki onu tatmin edecek bir mesafe değildi. Böyle havalarda, “Trablusgarp’a çek abi” deseniz bile memnun olmazdı bu ipneler. İçimde yağmur suyuyla beslediğim bir çaçaron olduğundan habersiz şoför, agresif vites hareketleriyle kendince trip atıyor ve aklınca bana bir ders veriyordu. Tam o tuttuğu vites koluna uygun gördüğüm yerlerini seviyeli bir şekilde izah etmeye hazırlandığım esnada bir arkadaşım aradı ve bana, taze ayrıldığı sevgilisiyle yaşadığı tüm hatıralarını depolayabileceği bir harddisk muamelesi yapmaya başladı. Öyle ki o anda ölsem, aşk hayatları bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçecek kadar duruma vakıf olmuştum.

Ben, tüm tahammülsüzlüğüme rağmen kırmak istemediğim arkadaşımı dinlerken, alçak şoför el-kol hareketleriyle trafiği bahane ettiğini belli ederek dandik bir sokağa saptı. Anladığım kadarıyla o sokak ebesinin amına çıkıyordu zira daha önce buraları hiç görmemiştim. Bir İstanbul klasiği olan taksici kazıklamasına maruz kalıyor ancak kulağıma tümör tohumları eken arkadaşımın 4 çekerli çenesinden fırsat bulup duruma müdahale edemiyordum. Çaresiz, telefon konuşmamın bitmesini bekleyecektim. Ama bu sefer bir değişiklik yapıp herifle kavga etmek yerine, inerken, didaktik öğeleri ağır basan bir konuşma yapmaya karar verdim.

Bitmedi. Taksi şoförüne, 4 kişilik bir ailenin bir haftalık mutfak masrafını karşılayacak meblağı paşa paşa teslim ederken de, İgdaş’ın kapısından girerken de o konuşma bitmedi. Neyse ki şarjım bitti. Bu sayede içime girdiğinden beri ayakta bekleyen sinirime oturacak bir yer gösterdim. Biraz zaman ikimize de iyi gelecekti.

Abonelik işlemlerinin yapıldığı kata çıkarken, kendimi sinirleri alınmış bir dana eti kadar pelte ve löpçük hissediyordum. Hatta sıra numarası alırken manasızca gülümsedim bile. Galiba aşırı yüklenmeden kafam güzel olmuştu. Ama o gülümseme, makineden çıkan kağıttaki rakamla yukarıdaki tabeladaki rakam arasındaki farkın 97 olduğunu idrak edene kadar sürdü. Tanrı benden hatırı sayılır bir cinnet geçirmemi bekliyor olmalıydı.

İnanmayacaksınız, bekledim. Benden önceki tam 96 kişinin işlerini halledip kelebekler gibi süzülerek çıkmalarını bekledim. Birazdan ben de onlardan biri olacaktım. Bu sabır imtihanını atlamama ramak kalmıştı. Çok az kalmıştı. Başarmak üzereydim… İşte tam o anda, memurlardan biri mesai saatlerinin dolduğuna dair açıklama cümlesini bitirmeden yerimden fırladığım gibi…

O arayı hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde bir memurun karşısında oturmuş evraklarımı uzatıyordum. Adamın bana karşı gösterdiği endişeli ve muazzam ilgi, az önce içimdeki Hayko Cepkin’i serbest bıraktığıma işaretti. Belki tam da bu yüzden, hiç de gönlüm olmayan bu aboneliğe ödemem gereken paranın 246 TL olduğunu söylemesi için başka bir memurun yardımına ihtiyaç duydu. “Oooohaaa”ydı. Gün yüzü görmemiş küfürlerimi adamların yüzüne yüzüne höykürmemek için hışımla evraklarımı alıp çıktım. Yeteri kadar olay çıkarmıştım.

Binanın önünde çeşit çeşit taksi vardı ancak malum filmdeki hali ve dane dane benleriyle Robert De Niro yanaşıp “götürelim abi” dese bile taksiye binmem söz konusu değildi.

İnsanın yağmur yağarken verdiği refleks bellidir. Ya koşarsın, ya şemsiye açarsın, ya da bir saçak altına saklanırsın filan. Ben yürüdüm. Aheste aheste yürüdüm. Sonsuz bir umursamazlıkla yürüdüm. Çünkü artık daha fazla sinirlenemeyecek kadar sinirli, bir damla daha ıslanamayacak kadar ıslaktım

15 Ağustos 2013 Perşembe Devamını Oku Turkgenc 0 Yorum yapıldı!

İçim ürperiyor, ya evde yoksam?

Alarm çalıyordu. Alarm sesi, şu hayatta duymaktan nefret ettiğim seslerin en başında gelir. Kafamı yastığın altına gömüp ses giriş ünitelerimi kapatmaya çalıştım. Devekuşlarını düşünün. Çok düşünülecek tarafları yok kabul, şimdi tekrar konuya dönün. Alarm diyorduk. Nasılsa birazdan kapatır ve osura osura uyumaya devam ederdi, hep yaptığı şey. Ama alarm ısrarla çalıyor ve beklediğim hamle bir türlü gelmiyordu. Sinirle dönüp yatağın diğer tarafına baktım. Zaten bütün dönüşlerim sinirledir ancak konumuz bu değil. Sabahın köründe yerimden fişek gibi kalkmama neden olan şey başkaydı. Kendimi bildim bileli aynı yastığa baş koyduğum, her gece koynuna girip her sabah kollarında uyandığım kendim, bu sabah yanımda değildim!


Önce derin derin nefes alıp sakin olmaya çalıştım. Kim bilir, belki de henüz uyanmamıştım. Bütün gün saçma sapan ve karmakarışık şeyler düşünmekten bitap düşen zihnim, böylesi korkunç bir rüyayla benden intikam alıyordu belki de. Korkunç rüyalara kâbus denir diyecek olanlar, rica ederim çenenizi kapatın. Kâbuslar gerçektir. Yazı yazıyorum şurada, sizinle tartışamam. Neyse işte uyanmamış olma ihtimalim üzerinde biraz daha düşündüm ve bunu test etmeye karar verdim. Saçmalamayın lan sayın okurlar, elbette filmlerdeki gibi kendimi tokatlayacak değildim. Hemen işimi düşündüm ve akabinde koca bir hassiktir çektim. İşim aklıma geldiğinde sövüyorsam her şey normal ve aklım açık demekti. Ama hayır, her şey normal değildi. Ben yoktum lan! Kaşla göz arasında dana kadar kadını kaybetmiştim!

Acaba tuvalete filan mı gitmiştim? Tabi ya, kim çişine karşı koyabilir ki? Hemen yerimden fırladım ancak tuvaletin kapısı ardına kadar açık ve içi sonuna kadar boştu. Salona baktım ama nafile. Zaten evde mutfak dışında bakılabilecek bir yer de kalmamıştı ama orada olmam söz konusu bile değildi. Ev ararken 'Nasıl bir şey bakmıştınız' diye soran emlakçıya, 'Mutfak olmasa da olur' demiş bir insandım nihayetinde. Kendimi koltuğa bırakıp bir sigara yaktım ve kafamı toparlamaya çalıştım. Acaba polisi mi arasaydım? Zaten nicedir eşkâlimi veresim vardı. Gerçi geçenlerde bunu anneme söylediğimde terliğini çıkarıp 'Orospu mu olacaksın başıma' diye başlayıp devamında bir kamyon sövmüştü. Allah var, iyi söver. Kadıncağız ne anladıysa artık… Ana yüreği tabi bi yerde. Her neyse işte, sonuç olarak anam aklıma gelince polisi bu meseleye bulaştırmamaya karar verdim.

Ben, bütün akşamdan kalmalığımla kendimi nerde kaybetmiş olabileceğimi düşünürken telefon çaldı. İş yerinden bir arkadaş. Normalde kimse beni hafta sonu erken bir saatte aramaya cesaret edemez. Yani belli ki bir şey olmuş. Panikle ‘Nerdesin?’ diye sordu. Kara haber nasıl da tez yayılıyordu. Ağzım çemçük bir vaziyette ‘Bilmiyorum’ dedim. ‘Uyanamadın yine di mi?’ dedi. O ‘yine’ kelimesindeki kinayeyi normalde uç uca ekleyip kendisinin götüne sokardım ama neyse ki acım vardı. ‘Çabuk gel, çalışıyoruz bugün unuttun mu?’ dedi. Ya ben kendimi unutmuşum adamın bana dediği lafa bak! Tam söylenmeye hazırlanırken benden önce işe gitmiş olabilme ihtimalim beni tarifsiz sevinçlere sürükledi. ‘Tamam be tamam öf!’ diyerek telefonu kapatıp hemen giyindim. Ha yeri gelmişken, sapık olanlarınızı şenlendirecekse söyleyeyim, bütün bunlar olurken son derece soyunuk vaziyetteydim.

İş yerinde beni tam bir hezimet bekliyordu. Hezimet kelimesini burada sırf artistlik olsun diye kullanıyorum. Yoktum yani, işe de gelmemiştim. Zaten mesai saatlerinde bile işe gitmeyen biri için bu şaşılacak şey değildi ama bir umuttu yaşatan insanı işte, n’apıcaksın. Hazır ordayken hayvan gibi çalıştırdılar beni. ‘Kendimi kaybettim, bırakın gideyim’ dedim ama dinletemedim. Anıra anıra güldüler bana. Aman da çok komik!!

Çıktığımda gün akşama dönmüş, ağaçlar yapraklarını dökmüş, kuşlar gökyüzüne küsmüştü. Havada bulut vardı ve bu da dumanın sebebini açıklıyordu. Sonra birden vakitsiz bir yağmur başladı. Arkamdan tüm şehir ağlıyordu adeta. Meteorolojik durumu yeteri kadar dramatize edebildiysem geçiyorum. Sokaklarda başıboş dolaştım öyle. Her köşe başından karşıma çıkacakmışım gibi umutla baktım dünyaya. Sonra canım dondurma çekti, hep hüzünden oluyor bunlar. Aldım yedim tabi, hayat devam ediyor sonuçta. Dondurmamı yerken bile gözüm hep kendimi arıyordu. Ama sokaklar zalım, sokaklar hayındı. Hiçbir yerde yoktum. Zaten yorulmuştum. Bunlar da insan bacağı sonuçta, o kadar yürünür mü! Sikerim böyle işi deyip bir taksiye atladığım gibi eve geldim. Arama kurtarma çalışmalarıma sonra devam edecektim..

13 Ağustos 2013 Salı Devamını Oku Turkgenc 0 Yorum yapıldı!

Oyuncak Toma

 “Bana zebralardan bahset” derdim babama. “Masal istemem, zebralar getiriyor uykumu.” Alüminyum beş liralar vardı. Abimle tek gofret alırdık. Bir rüzgar esmişti de uçmuştu beş liram. “Kim buldu da gofret aldı” diye sayıkladım durdum o gece. Sonra devlet ağırlaştırdı parayı. Uçmadı bir daha ama gofret de istemedi canım sonra. Sünen bir dedikodu gibi sakız devri başlamıştı. Sünüyor muyduk, uzuyor muyduk bilemedim.



“Ne onlar?” dedim.
Kocaman siyah bir çöp poşetinin içinde lacivert beyaz tekerlekli bir şeyler vardı.
“Oyuncak TOMA.”
“Satılıyor mu?”
“Hem de nasıl abi. Bir de zabıta çekiniyor bunlardan, polisle papaz olmamak için toplamıyor. Hangi seneydi? Vuzela mıydı o sene bile bu kadar hasılat olmadıydı. Allah bin bereket versin.”
“Vuvuzela.”
“Buyur abi?”
“Vuvuzela. Vuzela değil.”
Bir haftalık beyaz sakallarını kaşıdı.
Çorum’dan gelmiş birkaç gün önce. Hacıbayram’ın arka tarafında bekâr pansiyonunda kalıyormuş. Bana “abi” diyor. Alışkanlıktan. İşportacılar zabıtayla konuştu mu ona da amirim diye hitap ederler. Herkese rengine göre. Teyzeye abla, delikanlıya beyim.
Çocuğa “Bak Süpermen, yeni TOMA’lar geldi. Haydi Süpermen yeni TOMA’lar” diye bağırıyor.
“Neden Süpermen?” dedim.
“Böyle gördük biz.”
“Nasıl gördün?”
“Çok soru soruyorsun abi. Ne diyorsun? Alacaklı mısın?”
“Nereden çıkardın. Seni ilk defa görüyorum.”
“Öyle değil, yani alacak mısın? Almayacaksan şöyle ötede dur.”
Tezgâhın önünü kapatma diyemedi çünkü tezgâhı yoktu.
Birbirimizi duyamadığımız için, anlayamadığımız için çıkmıyor mu savaşlar? Mesela kavgalar “Ne diyon lan sen?” ile başlamıyor mu?
Bir çocuk yanaştı.
“Ne var poşette?”
“TOMA. Yeni geldi. Alsana? Baban nerede?”
Hevesle bir tane çıkardı. Tekerleklerinin döndüğünü göstermek ister gibi eğilip yere sürttü. Bu beyaz sakallı adam bu çocuktan daha masumdu.
“Su sıkıyor mu?” dedi çocuk. Alnına düşen saçı düzeltti. Küçük çocuklar kontra soru sordukları zaman böyle yapıyorlar.
İşportacı bana baktı bir an. Sıkmıyor der gibi kaşlarımı yukarı kaldırdım.
“Su sıkmıyor ama bak burada mavi pencereleri var.”
Gene eğilip yere koydu. Çocuğun kaybolduğunu fark etmedi.
“Hani iyiydi satışlar?” dedim.
“İyiydi de bu akşam biraz serin. Ortalık sakin.”
Az önce çıkardığı TOMA’yı poşetin önüne koymuştu. Başka bir çocuk geldi.
“Satıyor musun amca?”
“Evet Süpermen. Bak çok kalite bunlar. Tekerleklerine bak.”
“Kepçe var mı?”
“Ne kepçesi?”
“Baya kepçe kepçesi.”
Gene bana baktı adam.
“Yok” anlamında kaşlarımı kaldırdım. Sanki patron bendim.
“Bak su sıksaydı iyiydi. Bu kadar ayakta kalmazdın. Şimdiye odanda karpuzunu kesmiş olurdun” dedim.
“Neden su sıkacak? Su tabancası mı bu?”
“Yahu bilmiyor musun?”
“Biliyorum da. Oyuncak bu nihayetinde, göreve çıkmayacak ya?”
“Çocuk bu, her gördüğünü ister.”
“Senin işin yok mu?”
“Gideyim mi?”
“Estağfurullah da, yani…”
Birden ıslak ve inik meşin top sesiyle uçarak gelen çakmak gibi bir şey poşete çarptı.
“Kaç!” dedim.
Ortalık dumana boğuldu. Caddenin karşısından bir kalabalık bizim olduğumuz yöne doğru koşuyordu. Poşetini sırtlayıp arkamdan geldi. Hızlandık. Burnumun içi, gözlerim feci yanıyordu. Arkamdan “Bu ne la?” diye bağırdı.
“Koşmana bak, uzaklaşalım buradan” dedim.
Birkaç metre sonra arkamdaki ayak sesleri kesildi. Ipıslak gözlerle geri döndüm. Yerde yatıyordu. Poşetteki oyuncak TOMA’lar etrafa saçılmış. Yanına çömeldim.
“Bu ne la?” dedi hırıltıyla. O da gözyaşlarına engel olamıyordu. “Abi ağlatıyor bu, ne biçim yakıyor!” Elimi başının altına koydum.  Avucum kan oldu.

Üç tekerlekli bisikletim devrilince yaralı bir maymun görmüş gibi üzülürdüm. Yıllar geçti. Dağ bisikletim her yere serildiğinde, “Yakışıyorsun yere” dedim hep. Alıştım mı, büyüdüm mü bilemedim. Abim benden çok önce ihtiyarlamıştı. Sakız alırdı, zebraları anlatırdı. Bir gün karga tulumba götürdüler abimi. Zaten çok birleştirici bir insan olmuştur hep, karga ile tulumba bile bir cümlede birleşti onun sayesinde. Hayvanat bahçesine götürmedikleri için oluyordu bütün bu zincirsiz çağrışımlar. Korkuyordum galiba kapatılmış aslanlara bakmaya. Yaşım da mı tutmuyordu acaba, yoksa çişimi mi tutamıyordum, hatırlamıyorum.

4 Ağustos 2013 Pazar Devamını Oku Turkgenc 2 Yorum yapıldı!

Gitti Diyemediklerimiz


Aslında ne anlatacağımı bilmiyorum. Birkaç gündür çalışayım diye şu koltuğa oturuyor ve öyle duruyorum. Dünya durmuyor. Onca şey oldu durmadı. Hakkında ileri geri konuşmak istemem ama ben bu kadar gamsız bir gezegen daha görmedim. Koltuk diyordum.

Akşamüstü babam gelip koltuğa oturdu. Baktı bana. Öyle bir baktı ki içimdeki civcivler oynayıp zıplamaya başladı. Babamın bakışları öyledir, kaç yaşında olursanız olun içinizi civcive çevirir. “Sarılayım mı biraz?” dedim, gülümsedi. Sonra kaybolup gitti işte.

Hayal görmenin en kötü tarafı dokunma isteğinizi karşılayamamaları. Yoksa birtakım Anıların aralarında mutlu görüntülere rastlamak halen mümkün. Ölülerin en kötü huyuysa konuşmamaları. Keşke Allah hiç olmazsa bu kadarını ayarlasaydı. Babaların sesi çok özleniyor.

Şu pencereden bakınca amcamın evi görünüyor. Amcamla babam emekliliklerinde arıcılığa merak salmışlardı. Gece gündüz onlarla ilgilenip arılara evcilleştirmeye çalışıyorlardı. Avuçlarına arı alıp “Bal mı yapıyormuş benim oğlum” diye seven iki adam düşünün. Biraz delirmiş olduklarını görüyor ancak kimseye çaktırmıyorduk. Sonra babam gitti işte. Amcamın ağlamalarına dayanamayan arılar da gitti. Sonra amcam da gitti zaten. Hiçbirini tutamadık. Arkalarında boş kovanlarla birkaç kavanoz bal bıraktılar. Uzun süre kahvaltılarda bal yerken hiçbirimiz konuşamadık.

Gidiyorlar yani, tutamıyorsunuz. Öldüler de diyemiyorsunuz öyle dikten. Önce balların filan bitmesi gerekiyor, birinin cesaret edip ayakkabılarını kapının önünden çekmesi gerekiyor, çay içmeyi çok sevdikleri bardaklarını gidip mezarlarına gömmeniz, içine su koyup bazı kuşların oradan su içtiğini görmeniz gerekiyor. Ölümün en anisi bile öyle birden tesir etmiyor vücuda. Zamanla geçer deniliyor, zamanla geçmiyor, şekli değişiyor. İşte böyle kullanılmayan anıları sakladığın dolapta biriken tozlara bakıp başka şeyler düşünmeye çalışıyorsunuz mesela. Mesela diyorsunuz ki toz esasen doğada kendiliğinden varolan bir şey değil, medeniyetin bize kötü bir hediyesi. Bir ara şuranın tozunu alayım diyorsunuz, şimdi ufo görsek çok tatlı olmaz mı diyorsunuz, şahsi bir ejderha alabileceğiniz günlerin gelmesini diliyorsunuz filan. Zaman geçiyor.

İnsanın arada bir kendisinin de tozunu alması gerekiyor. Yaşadıklarına şöyle bir bakıp hatıralarını yeniden katlaması ve güzelce yerleştirmesi gerekiyor. Böyle anlar bir parça da sessizlik gerektiriyor. Şimdi izninizle içimden bir dua söyleyeceğim. ”İyi ki yaşadılar” dediğimiz tüm ölmüşlerimiz için.

25 Temmuz 2013 Perşembe Devamını Oku Turkgenc 0 Yorum yapıldı!

Olur Bazen Böyle


Seni merak ettim, dedi. Şaşılacak şey değil. Sizi seven bir kadın, sizi merak eder. Uzun zamandır görüşmüyorduk. İzimi kaybettirmeyi becerebiliyorum hâlâ. Bu adil değil, haklısınız. İnsanları tedirgin etmek doğru değil. Ama ben yalnız ölmeyi seviyorum. Yapacak bir şey yok.

Yemek yiyor musun, dedi. Sizi seven bir kadın sevmeyen bir kadının soruları arasında fark vardır. Bu soruyu en son ne zaman duydum? Hatırlayamamak ne fena. İçimden ağlamak geldi ama paketimi bitirdiğim günden sonra ağlamayı bıraktığım için vazgeçtim. Yiyorum, dedim, köpek gibiyim endişelenme. Köpek gibi olduğum doğru.

Bahçesindeki çiçekleri anlattı bana. Benim için diktiği armut ağacının nasıl serpildiğini filan. “Armut biraz ironik değil mi?” dedim. Öyle düşünmediğini söyledi. Öyle düşünmez zaten. Ben olsam düşünürüm belki ama o düşünmez. Onunla aramızda şöyle bir fark var:

O, iyi biri.

Ben, kötü biri değilim.

Sormasa anlatmam. Sordu, yine de anlatmadım. Kaybettiklerimi duyunca kendini kötü hisseder çünkü. Sizi seven bir kadının başka bir farkı da budur. Siz kaybettikçe o eksilir. Eksilmesini istemedim, gerek yok. Yakın bir zaman önce babasını kaybetmiş meğer. Duyunca eksilmedim. Baş etmenin bir yolunu bulacak nasılsa, herkes bulur.

Beni özlediğini söyledi. Biri bana bunu söylediğinde taş kesiliyorum, kim olursa… Çünkü ben kimseyi özlemiyorum. Hayatta veya kendinde olmayanlar hariç. Böyle olduğu için üzülmeli miyim? Böyle olduğu için üzülmedim. Ama “Üzgünüm” dedim. Bu beni kötü bir yalancı yapmaz. Üzgündüm çünkü beni özlüyordu. Aslında üzgün de değildim. Belki de bu beni kötü bir yalancı yapar.

“O  Zebra Gibi olan Pijamaların  eskidi mı?” dedi. Sizi seven bir kadın pijama…

Hayır eskimedi. O Pijamaları yine giyiyorum bazen. Hâlâ bağıra çağıra şarkı söylüyorum, sabah kalkmamak için yüzlerce bahane buluyorum, yeri gelince ağız dolusu küfrediyorum filan. Artık kimsede eskisi kadar iz bırakmıyorum ama. Bırakırsam kaybettiriyorum. Kaybettiremediysem cinayet mahalline dönüp yaptığım şeye bakıyorum. Eserimle gurur duymuyorum ama başka bir şey de hissetmiyorum. Bir sigara yakıp yürümeye devam ediyorum. Çünkü umurumda değil. Çünkü üzgünüm, ama umurumda değil.

23 Temmuz 2013 Salı Devamını Oku Turkgenc 0 Yorum yapıldı!

Benimde Bisikletim Vardı.


Erikli marka suyun erik aromalı olduğunu sandığım ama erik tadı alamadığım için kafamın karıştığı yıllar. Otobüslerde şişe gazoz verilen yıllar. Spor ayakkabısı görünümlü veya kapağı mıknatıslı kalem kutularına, lokomotif kalemtıraşlara meftun olunan zamanlar. İlkokuldayım. Erzurum'da bir mahallede oturuyoruz. Komşu çocuklarından arkadaşlar edinmişim. Üst katımızdaki Ercan. Ercan, çişi gelince yolun ortasına işeyebilen bir çocuk. Dışarıdayken susarsa annesi bir kavanoza su dolduruyor, ipe bağlayıp sarkıtıyor. Para istiyor, para mandala sıkıştırılıp atılıyor. Parayı alıyor, mandalı bahçeye fırlatıyor.

Sinan, yan apartmanda. Aynı zamanda sınıf arkadaşım. Bazen onlara gidiyorum. Yan komşunun mikadolarıyla vakit geçiriyor, televizyonda iki küçük Japon köstebeğin çizgi maceralarını izliyoruz. Sinanın’nın annesi parkeleri cilalıyor. Kayıyoruz. Genel seçimler yaklaşmış. ANAP’ın şarkıları çalıyor. “Hadi bakalım sandıklara, iki binli yıllara” Sinan’nın kız kardeşi annesine bakıyor: “Anne, oyumuzu ANAP’a verelim ne olur!”

Mavi önlük giyen, kel ve bıyıklı, stokçu bir mahalle bakkalımız var. Arkadaki karanlık depoda tüpler, toz şeker çuvalları filan istiflenmiş. Dükkânın içi mis gibi deterjan, bisküvi ve ekmek kokuyor. Kapağının ortası camlı teneke kutularda kiloyla gofret ve bisküvi satılıyor. Bozuk para bulduk mu koşuyoruz bakkala. Bendeki para genellikle az olduğu için sade gofret seçiyorum bir tane. Ercan çikolata alıyor. Bazen ne alacağımızı bilmiyoruz. Avucumuzdaki parayı gösterip “Buna ne olur?” diyoruz adama. “Sakız olur” diyor.

Bütün gün sokaklardayız. Akşam eve kirli ellerimizde bakteri ordularıyla geliyoruz. Ayaklarımızdaki Sümerbank lastik ayakkabılar, evde bastığımız her yeri leş gibi kokutuyor. Bir sokak ötede Diş Hekimliği Fakültesi var. Can ve Mustafa ile birlikte fakülte binasının arkasındaki çöplüğe gidiyor, sokak köpeği gibi eşeleniyoruz. Yoldan geçen teyzeler kızıyor. Bazen bekçi kovalıyor, gene geliyoruz. Vesikalık fotoğraf büyüklüğündeki diş filmlerini toplayıp biriktiriyoruz. O vakitler biriktirmek moda.

1991 sonbaharı olması lazım. Okullar açılmak üzere. Ablama üç yaşındayken alınmış üç tekerlekli kavuniçi bir bisiklet vardı. Evin önü yokuş. Her gün onlarca kere yukarıdan aşağıya kadar kızak kayar gibi iniyordum. Bir akşam gene böyle oynarken yan sokaktan bizden büyük bir kaç çocuk geldi. Alçak bir duvarın kenarına gidip muhabbete başladılar. Şimdiki gibi küçük kutularda satılan küçük oyuncaklardan o zaman da var. Helikopter çıkıyor çoğundan. Helikopter bildiğimiz en teknolojik alet. Havada uçarken görsek gözlerimizi alamıyoruz. Neyse, birisi elindeki kutudan mavi bir helikopter çıkardı. Kibrit bulmuşlar, yakacaklar oyuncağı. Bisikleti kenara koyup yanlarına gittik. Sinan yok galiba ama Ercan’la beraberiz. Helikopter tutuşturuldu. Yavaş yavaş eridi. Damlıyordu. Muhteşem bir görüntü. Ağzımız açık bakıyorduk. O sırada abilerden biri bisikletime binmek istedi. Korktuğumdan hayır diyemedim. Bisikleti aldı, bir aşağı bir yukarı gitmeye başladı. Bu sırada çok başka bir şey oldu. Ceplerinden bir başka kibrit kutusu çıkardılar. Yaklaşıp baktık. İçinde bir çekirge.

“Ne yapacaksınız ki?” dedim. “Ayı, böceği yakacak” dedi biri. “Ayı kim?” Ağzıma bir tokat yedim. Bir takım ışıltılar parladı gözümün önünde, bir çınlama… “Sen bana ayı diyemezsin lan it!”
Tanışmış oldum onunla.
Ağlamadım ama gözlerim yaş doldu. Burnum ve üst dudağım zın zın diye sızlıyordu. Biraz uzaklaşıp duvarın dibine çömeldik. Ercan’ın çişi gelmiş, çıkarıp işedi. Beni de birden çok uyku bastırdı. Yatağımda olmak istedim. Fakat çekirgeyi de merak ediyordum. Bir kibrit çakıp kutuyu yaktılar, duvarın üzerine koydular. Erimiş mavi helikopterin yanında kutu kor oldu. Tuhaf bir ses duyuldu o anda. Derinlerden gelen bir araba freni sesi gibi. Uzaktaki bir yavru kedinin miyavlaması gibi. Kısa sürede kül oldu kutu. Bakakaldık. Abiler güldü. Birbirlerine el şakası yaparak gittiler. Gözlerimi ovuşturdum. Duman, plastik yanığı ve başka garip bir kokunun daha olduğu yere yaklaştık. Ercan hâlâ donunu topluyordu. Mavi-siyah, yuvarlak bir leke vardı bir metrelik duvarın üstünde. Yanında ise gri-siyah kül. Arasında minicik bir bacak gördüm. “Bacak var lan” dedi Ercan. Bisikletim gitmişti. Burnum ve gözlerim yanıyordu.

Bakkalın oğluymuş o ayı. Bisikletimi çalan da kardeşi. Öğrenince bakkala koşup bisikletimi geri istedim. “Bana mı sordun verirken?” dedi. Birkaç gün sonra arka tekerleği yanmış bir şekilde Sinan’ların apartmanının kömürlüğünde bulduk. Sonra Ercan’la Sinan ve kız kardeşini alıp çekirgenin küllerini gömdüğümüz arka bahçeye gidip rabbiyesiri okuduk. Bir diş filmi koymuştuk mezar taşı yerine.

21 Temmuz 2013 Pazar Devamını Oku Turkgenc 0 Yorum yapıldı!